Sual: Kurân- Kerîm başka dillere tercüme edilebilir mi? Bu tercümeleri alıp okumak doğru mudur?

Cevap: Kurân-ı Kerîm, hiçbir dile hatta Arapçaya dahi tercüme edilemez. Bu sebeple Kurân-ı Kerîmin mânâsını anlamak için tercümesini okumak doğru olmaz. Mânâsını anlamak için ayet-i kerîmelerin tercümelerini okuyan bir kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Aksine tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı mealini öğrenir. İlmî seviyesi yetersiz birinin yaptığı tercümeyi okuyan da Allahü teâlânın dediğini değil, tercüme edenin, anladım sanarak kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.

Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercümeleri ve ne olduğu belirsiz kitapları (Türkçe Kurân) diyerek gençliğin önüne sürdükleri, dağıttıkları görülüyor. (Arapça Kurân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle bunu okuyun.) diyorlar. Bu kimseler, Beethoven’in 9. senfonisini, Mozart’ın Figaro’sunu ve Molière’nin şiirlerini niçin Almanca, İtalyanca, Fransızca söylüyorlar ve dinliyorlar? Bunlar yabancı dildir. Öz Türkçe söylemek lazımdır demiyorlar? Bu senfonileri, komedileri Türkçeye tercüme etmiyorlar. Çünkü, Türkçeye tam çevrilemeyeceğini biliyorlar. Türkçesinden, nefsleri zevk alamıyor. Türkçelerine Beethoven’in, Chopin’in eseri denilemiyor. İşte müslümanlar da, bu tercümelerden Kurân-ı Kerîmin zevkini alamaz, ruhlarını besleyemez.

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanıp 1961’de neşredilen, (Kurân-ı Kerîmin Türkçe Meali) adındaki tercümenin önsözünde de, yukarıda bildirdiklerimiz çok güzel dile getirilmiştir. Diyanet işleri reisi muhterem H.Hüsnü Erdem imzasını taşıyan bu önsözde diyor ki:

(Kurân-ı Kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcazı hâiz bir kitap, yalnız Türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyla çevrilemez. Eski tefsirlerin ışığı altında verilen manalara da tercüme değil, meal demek uygundur. Kurân’ın yalnız mânâsını ifade eden sözleri, Kurân hükmünde tutmak, namazda okumak ve aslına hakkıyla vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir tercüme, aslının yerini tutamaz. Kurân-ı Kerîmde, muhtelif manalara gelen lafızlar vardır. Böyle bir lafzı tercüme etmek, çeşitli mânâlarını bire indirmek olur ki verilen tek mânânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kurân tercümesi demeye cesaret edilemez. Kurân-ı Kerîmi tercüme etmek başka, tercümeyi Kurân yerine koymaya kalkışmak başkadır).

Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz kitabın tam hakkını vererek aynen Türkçeye çevrilmesi mümkün değildir. Bu itibarla, en isabetli yol, âyetleri kelime kelime aynen tercüme etmek yerine, Arapça aslından anlaşılan mânâ ve meali Türkçe ile ifade yolu olsa gerektir. Kurân-ı Kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki îcaz ve belâgatini muhafaza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Fakat, meal olarak tercümesi mümkündür. Bir dilden başka bir dile yapılan tercümelerde, her iki dilin hususiyetlerini hakkıyla belirtmeye imkan yoktur.

Avrupa’da ilk Kurân tercümesi 1141’de Latinceye yapılmıştır. 1513’de İtalyancaya, 1616’da Almancaya, 1647’de Fransızcaya ve 1648’de İngilizceye tercüme edilmiştir. Bugün, bu dillerin her birinde çok sayıda tercümeleri vardır. Ancak çeşitli eğilimli kimselerin yaptıkları tercümelerde, pek yanlış, hatta garazkârâne olanlar vardır. Kurân-ı Kerîmi başka dillere tercüme etmek câizdir. Fakat, tercümeden İslam dininin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadis-i şeriflerle, icmâ ve kıyas yolu ile sâbit olan hükümler de vardır. Bunlar, tafsilatı ile fıkıh kitaplarından öğrenilir.

 

Kurân-ı Kerimi Herkes Anlayabilir Mi? Kurân-ı Kerimi Anlayabilmek İçin Öncelikle Hangi İlimleri Öğrenmelidir?

Köylüye ait bir kanunu, hükümet, doğruca köylüye göndermez. Çünkü, köylü okuyabilse bile anlayamaz. Bu kanun önce, valilere gönderilir. Valiler, iyi anlayıp izahını ekleyerek kaymakâmlara, bunlar da daha açıklayarak muhtarlara anlatır. Muhtar, yalnız okumakla anlayamaz. Muhtar da ancak, köylü dili ile köylüye söyler. İşte, Kurân-ı Kerîm de, ahkâm-ı ilâhîdir. Kanûn-i Rabbânîdir. Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmde kullarına saadet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermiştir. Kurân-ı Kerîmin mânâsını, yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlar. Başka kimse, tam anlayamaz. Ashâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, ana dili olarak Arabî bildikleri, edip ve beliğ oldukları hâlde, bazı âyetleri anlayamaz, Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” sorarlardı.

Mesela Ömer “radıyallâhu anh”, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr-i Sıddîk’a “radıyallâhu anh” bir şey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeye çekindiler. Ertesi gün, Ömer’i “radıyallâhu anh” görünce, (Ya Ömer, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim) dediler. Çünkü, dâima, (Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!) buyururdu. Ömer “radıyallâhu anh”, (Dün Ebû Bekr “radıyallâhu anh”, Kurân-ı Kerîmden anlayamadığı bir ayetin mânâsını sormuş, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, bir şey anlayamadım) dedi. Çünkü, Ebû Bekr’in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer “radıyallâhu anhümâ”, o kadar yüksek idi ki Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, (Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyurdu. Böyle yüksek olduğu hâlde ve arapçayı çok iyi bildiği hâlde, Kurân-ı Kerîmin tefsirini bile anlayamadı. Çünkü, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekr’in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hatta Cebrâil “aleyhisselâm” dahi, Kurân-ı Kerîmin mânâsını, esrarını, Resûlullaha sorardı. (Hadika)da, dil afetlerini anlatırken bildiriliyor ki (… Resûlullahın, Kurân-ı Kerîmin hepsinin tefsirini Ashâbına bildirdiğini İmâm-ı Süyûtî haber vermektedir).

Hülâsa, Kurân-ı Kerîm’in mânâsını tam olarak yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kurân-ı Kerîmi tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, uyumayarak, dinlenmeyerek, istirahatlarını fedâ ederek, bu hadis-i şerifleri toplayıp tefsir kitaplarını yazmışlardır. (Beydâvî) tefsiri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, 30 sene durmadan çalışıp İslamiyetin 20 ana ilmini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu 20 ana ilmin kolları, 80 ilimdir. Bugün kullanılan bazı Arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka mânâya, tefsir ilminde ise daha başka mânâya gelmektedir. Hatta aynı bir kelime, Kurân-ı Kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka mânâlar bildirmektedir. Bu geniş ilimleri bilmeyenlerin, bugünkü Arapçaya göre, yaptıkları Kuran tercümeleri, Kurân-ı Kerîmin mânâsından bambaşka bir şey oluyor. Kurân-ı Kerîmin mânâsından, mezâyâsından, rumuzundan, işaretlerinden, herkes imanının kuvveti kadar bir şey anlayabilir. Tefsir, anlatmakla, yazmakla olmaz. Tefsir, din büyüklerinin kalplerine doğan bir nûrdur. Tefsir kitapları, bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydana çıktığı gibi, o tefsirleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. 80 ilmi iyi bilenler, tefsirleri anlayıp din bilgisi zayıf olanlara da bildirmek için, çeşitli derecedeki insanlara göre, binlerle kitap yazmışlardır. Mevâkib, Tibyan ve Ebülleys gibi, Türkçe kıymetli tefsirler, bu kitaplardandır.

 

Kurân-ı Kerimi Anlayabilmek İçin Yeni Yazılan Tefsir Kitaplarından Hangilerini Okumalıyız? 

Yeni yazılan Türkçe tefsirlerin ve ilmihallerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile şahsi düşünceler bulunmakta, okuyanlara zararı, faydasından çok olmaktadır. Bunları okuyan genç zihinlerde, bir takım şüpheler, itirazlar hâsıl oluyor. Zaten din bilgisi az olanların, İslamiyeti öğrenmek için, tefsir ve hadis-i şerif okuması uygun değildir. Çünkü, Kurân-ı Kerîmi ve hadis-i şerifi yanlış anlamak veya şüphe etmek insanın imanını giderir. Yalnız Arapça bilmekle, tefsir ve hadis anlaşılmaz. Arapça bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili Arapça olan, Arap edebiyatını iyi bilen, çok papaz var. Fakat, hiçbirinin İslamiyetten haberi yok. Çıkardıkları, 1956 baskılı (El-müncid) ismindeki lügat kitabında, İslam isimlerini, hatta Medine’nin Bâkî mezarlığının ismini ve hatta, Resûlullah efendimizin vefât tarihini bile yanlış yazmışlardır.

Kurân-ı Kerîmin hakiki mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse, ehl-i sünnet âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır. Öncelikle Mızraklı İlmihal, Ey Oğul İlmihali, İtikadnâme gibi temel eserleri okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kurân-ı Kerîmden ve hadis-i şeriflerden alınmış ve yazılmıştır. Kuran tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mânâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur.

Kurân-ı Kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkan olmuyor. Çünkü bu harflerde, Kurân-ı Kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yoktur. Bunun için, mânâ bozuluyor. Okunan, Kuran olmayıp, mânâsız bir ses yığını olacağı 1986 baskılı (El-muallim) mecmuasında da uzun yazılıdır. Mesela, ehad yerine ehat derse, namaz fâsid oluyor.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullâhi aleyh” buyurdu ki İstanbul’da, Beyazıd umumî kütüphanesi, şeyhul-İslam Veliyüddin Efendi kısmında, 1706 numaralı kitabın 224. sayfasında diyor ki (Kurân tercümesi, Kurân değildir. Çünkü Kurân, malâm mûciz olan nazımdır. Tercüme edilince, îcazı zâil olmaktadır. Bir şiir dahî tercüme edilince, şiir olmaktan çıkar). Kitap, İmâm-ı Nevevî’nin (Ezkâr) kitabının şerhidir.

Kurân-ı Kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazım, lügatta, incileri ipliğe dizmeye denir. Kelimeleri de, inci gibi, yanyana dizmeye nazım denilmiştir. Şiirler birer nazımdır. Kurân-ı Kerîmin kelimeleri arâbidir. Fakat, bu kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlâ tarafından, mübarek kalbine bildirilen şeyleri, Arapça olarak anlatırsa, Kurân-ı Kerîm olmaz. Bunlara (Hadis-i kudsi) denir. Kurân-ı Kerîmdeki Arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler halinde gelmiştir. Cebrâil ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed “aleyhisselâm” da, mübarek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen Ashâbına okumuştur. Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmi Kureyş kabilesinin lügatı ile dili ile gönderdi. Reddü’l-muhtar kitabı, 3. cilt, yemin bahsinde buyuruyor ki [(Feth-ul-kadir) kitabında da denildiği gibi, Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahluktur. Bu harf ve kelimelerin mânâsı, kelam-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kuran denir. Kelam-ı ilâhîyi gösteren mânâlar da Kurandır. Bu kelam-ı ilâhî olan Kuran mahluk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezeli ve ebedidir]. Kurân-ı Kerîm, Kadir gecesinde inmeye başlamış ve hepsinin inmesi 23 sene sürmüştür. Tevrat, İncil ve bütün kitaplar ve sayfalar ise, hepsi birden, bir defada inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mucize değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildiler. Kurân-ı Kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mucizelerinin en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir. Bunlar, İmâm-ı Rabbânî Mektûbât’ının, 3. cildi, 100. mektubunda ve (Huccet-ullahi alel’âlemin)de ve Zerkani’nin (Mevahib) şerhı, 5. cildinde uzun yazılıdır.

Cebrâil “aleyhisselâm” her sene bir kere gelip, o ana kadar inmiş olan Kurân-ı Kerîmi, Levh-il-mahfuzdaki sırasına göre okur, Peygamber “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Ahirete teşrif edeceği sene, 2 kere gelip, tamâminı okudular. Muhammed “aleyhisselâm” ve Ashâb-ı kirâmdan çoğu, Kurân-ı Kerîmi tamamen ezberlemişti. Bâzıları da, bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Muhammed “aleyhisselâm”, ahirete teşrif ettiği sene, halife Ebû Bekir “radıyallâhu anh”, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir heyete, bütün Kurân-ı Kerîmi, kağıt üzerine yazdırdı. Böylece, (Mushaf) veya (Mıshaf) denilen bir kitap meydana geldi. 33.000 sahabi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu Mushafın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Sureler belli değildi. 3. halife Osman “radıyallâhu anh”, hicretin 25. senesinde, sureleri birbirinden ayırttı. Yerlerini sıraladı. 6 tane daha Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şam, Mısır, Bağdat [Kufe], Yemen, Mekke ve Medine’ye verdi. Bugün, bütün dünyada bulunan mushaflar, hep bu 7’sinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.

Kurân-ı Kerîmde 114 sûre ve 6236 âyet vardır. Ayetlerin sayısının 6236 dan az veya daha çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir ayetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veya birkaç kısa ayetin, bir büyük âyet, yahut surelerin evvelindeki Besmelelerin bir veya ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir. Bu hususta (Bostan-ül-ârifin)de geniş bilgi vardır.

Her şairin, nazım yapmak kabiliyeti başkadır. Mesela, Mehmed Akif’in ve Nabi’nin şiirlerini iyi bilen usta bir edebiyatçıya, Mehmed Akif’in, son yazdığı bir şirini götürüp, bu, Nabi’nin şiridir desek, bu şiiri, hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca: (Yanılıyorsunuz! Ben Nabi efendinin ve Mehmed Akif’in, tabiat-ı şiiriyelerini iyi bilirim. Bu şiir Nabi’nin değil, Mehmed Akif’indir) demez mi? Elbette der. İki Türk şairinin türkçe kelimeleri nazım etmesi, dizmesi çok farklı olduğu gibi, Kurân-ı Kerîm hiçbir insan sözüne benzemiyor. Kurân-ı Kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de ispat edilmiştir ve her zaman edilebilir. Şöyle ki bir Arap şairi, bir sayfada, edebi sanat inceliklerini göstererek, bir şey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadis-i şerif ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerime koyup, hepsi bir arada, İslamdan ve Kurandan haberi olmayan, arabisi kuvvetli birisine, bir adâmın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadis-i şerife gelince, durmuş ve (Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki sanat daha yüksek) demiştir. Sıra, âyet-i kerimeye gelince, şaşkın bir hâlde (Burası hiçbir söze benzemiyor. Mânâ içinde, mânâ çıkıyor. Hepsini anlamaya imkan yok) demiştir.

Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmde, (Benim kitabım arâbidir) diyor. (Muhammed aleyhisselâma, bu Kuranı Arabî dil ile indirdim) buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve mânâların toplamı Kurandır. Böyle olmayan kitaplara, Kurân-ı Kerîm denemez. Bu kitaplara Kuran diyen müslümanlıktan çıkar. Kâfir olur. Başka dile hatta arabîye çevrilirse, Kuran açıklaması denir. Mânâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kuran olmaz. Hatta hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa, Kuran denmez.

Rıyadü’n-nasıhin’de diyor ki: Arabî gramer şartlarına uyan ve manayı değiştirmeyen, fakat bazı kelimeleri Osman radıyallâhu anhın topladığına benzemeyen Kurân-ı Kerîme (Kıraat-i şazze) denir. Bunu namazda da, başka yerde de okumak câiz değildir, günahtır. Kıraat-i şazzeyi, Ashâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birkaçı okumuş, fakat söz birliği olmamıştır. Ashâb-ı kirâmdan birinin okuduğu bildirilmeyen bir okumaya (Kıraat-i şazze) denmez. Böyle okuyanı hapsetmek, dövmek lâzımdır. Din âlimlerinden hiçbirinin okumadığı şekilde okumak, manayı ve kelimeleri bozmasa bile küfürdür.

Kurân-ı Kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kuran denmez. Bunlara, Kurân-ı Kerîmin meali, yani açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi niyetli, halis müslümanlar tarafından hazırlanmış ise, Kurân-ı Kerîmin mânâsını anlamak için okunabilir. Buna bir şey denmez. Bunlar, Kuran diye okunamaz. Bunları, Kuran diye okumak, sevap olmaz. Günah olur. Müslümanlar, Kurân-ı Kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Mânâsını bilmeden okumak da sevaptır. Mânâsını anlayarak okumak, elbette daha çok sevap ve daha iyidir.

Mısır, Irak, Hicaz, Fas Arapçaları birbirine benzemiyor. Kurân-ı Kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak? Kurân-ı Kerîmi anlamak için, şimdiki Arapçayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kurân-ı Kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlayan, İslam âlimlerinin yazmış oldukları tefsirlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercümeleri okuyan gençler, Kurân-ı Kerîmi, mitolojik hikayeler, lüzumsuz, faydasız düşünceler, bayağı sözler sanır. Kurân’dan, İslamdan soğuyup, kâfir olur. Demek ki gençlerin önüne Kuran tercümelerini sürerek, öztürkçe Kuran okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kuranı okumayınız demek, müslüman yavrularının, şehit evlatlarının dinsiz yetişmesini isteyen İslam düşmanlarının, zındıkların yeni bir taktiği, hilesi olsa gerektir.

İbni Hacer-i Mekki hazretleri, Fetava-i Fıkhiyye kitabının 37. sayfasında buyuruyor ki (Kurân-ı Kerîmi arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile tercüme edip, Kurân-ı Kerîm yerine bunu okumak, söz birliği ile haramdır. Selman-ı Fârisî “radıyallâhu anh” Fâtihayı İranlılara fârisî harflerle yazmadı. Tercümesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin fârisî tefsirini yazdı. Arabîden başka harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kuranı okumak haramdır. Kurân-ı Kerîmi Arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak sûreti ile değiştirmek bile söz birliği ile haramdır. Böyle yapmak (Selef-i sâlihin)in, yani ilk yıllardaki müslümanların yaptıklarını beğenmemek, onları câhil bilmek olur. Mesela, Kurân-ı Kerîmde, (Ribu) yazılı ise de, (Riba) okunur. Bunu, okunduğu gibi (Riba) yazmak câiz değildir. Kurân-ı Kerîmi böyle yazarken ve başka dile tercüme ederken, Allah kelâminın icazı bozulmakta, nazım-ı ilâhî değişmektedir. Herhangi bir surede bulunan ayetlerin yerlerini değiştirmek haramdır. Çünkü, ayetlerin sırası katî olarak doğrudur. Surelerin sıralarının doğruluğu ise zannîdir. Bunun için, surelerin yerini değiştirerek okumak, yazmak mekruh olmuştur. Kurân-ı Kerîmi başka harflerle veya tercümesini yazmak, okumak, öğrenmesini kolaylaştırır demek doğru değildir. Kolay olsa bile câiz olmasına sebep olamaz).

Mevduatü’l-ulum’da diyor ki: “Kurân-ı Kerîmdeki bilgiler 3 kısımdır: Birincisini hiçbir kuluna bildirmemiştir. Kendisini, isimlerini ve sıfatlarını kendinden başka kimse bilemez. 2. kısım bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmiştir. Bu yüce Peygamberden ve Onun varisi olan rasih âlimlerden başka kimse bunları anlayamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. 3. kısım bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emir buyurmuştur. Bu ilimler de 2’ye ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hallerini bildiren (Kısas) ve dünyada, ahirette yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler (Ahbar)dır. Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile tecrübe ile anlaşılamaz. 3. kısım bilgilerin ikincileri, akıl, tecrübe ve Arabî ilimler ile anlaşılabilir. Kurân-ı Kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. İmâm-ı Nesefi “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Akâid)de buyuruyor ki Arabî ilimlere göre mânâ verilir. İsmaili sapıkları gibi, başka mânâlar vermek, ilhad ve küfür olur.

Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsirler yapanlar 5 türlüdür:

1) Tefsir için lazım olan bilgileri bilmeyen cahillerdir.

2) Müteşâbih âyetleri tefsir edenlerdir.

3) Sapık fırkalardakilerin, zındıkların ve dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun tefsir yapanlardır.

4) Delil ve senet ile iyi anlamadan tefsir yapanlardır.

5) Nefse ve şeytana uyarak yanlış tefsir yapanlardır.”

 

On dördüncü asrın mücediddi, büyük İslam âlimi Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “kuddise sirruh” buyurdu ki:

“İbâdet, emirleri yapmak demektir. Kur’ân-ı kerîmi, hutbeyi okumak ibâdettir. Bunların mânâsını anlamak emrolunmadı. Bunları anlamak, ibâdet değildir. Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, yetmiş iki yardımcı ilmi ve sekiz temel ilmi öğrenmek lâzımdır. Ancak, bundan sonra, Kur’ân-ı kerîmi anlamaya isti’dâd hâsıl olup, cenâb-ı Hak, ihsân ederse, anlayabilir. Herkes anlamalıdır demek, dîne müdâhene etmek olur. Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, isti’dâdı çok olanın on sene, orta olanın elli sene çalışması lâzımdır. Bizim gibi az olanlar ise, yüz sene de çalışsak anlayamayız. İslâmiyyet’te ilm diye, fâideli bilgilere denir. Fâideli ilm, se’âdet-i ebediyyeyi elde etmeye, yani Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilmdir ki, bunlara, (İslâm bilgileri) denir.”

 

Sual: Kur’an-ı Kerimi tercüme etmiş bir çok kişi var. Fakat bunların tercümeleri birbirinden farklı ve bazı hususlarda mânâ dahi değişmektedir. Hangisine itibar etmeliyiz? Tavsiye ettiğiniz meal var mıdır?

Cevap: Kur’an-ı Kerim, hiçbir lisana tercüme edilemez. Yapılan tercümeye de Kur’an denmez. Şimdiye kadar yapılmış tercümelerinin hiçbirisi muteber değildir. Kur’an-ı Kerim ancak usulü çerçevesinde tefsir edilebilir. Meal ve tefsirden din öğrenilmez. Bunları okuyabilmek için, ciddi bir dinî ve ilmî altyapıya sahip olmak gerekir. İslamiyeti öğrenmek için meal okumak yerine bir ehl-i sünnet âliminin ilmihalini ve sevgili peygamberimizin hayatını anlatan kitapları okumanızı tavsiye ederim.

 

Sual: Bana tavsiye edebileceğiniz Kur’an-ı kerim meali var mıdır?

Cevap: Bir kimsenin ilmî muktesebatını bilmeden kitap tavsiye edilemez. İlmihalini iyi öğrenen biri, tefsir okuyabilir ise de piyasadaki bildiğimiz meal ve tefsirlerin çoğu itikadî veya ilmî cihetlerden tavsiyeye şâyân değildir. Arabî ilimleri bilmeden tefsir ve hele meâl okumak faydadan çok zarar getirir. Meâllerden din öğrenilmez.

 

Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Kitabını Okumak İçin Tıklayınız.

Benzer Suallerin Cevaplarını Okumak İçin Tıklayınız.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler