Bu mektup, hakikatleri bilen, mârifetler sâhibi, ilâhî feyizlere, sonsuz rahmetlere kavuşmuş oğlu şeyh Muhammed Sâdık’a yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolunu ve Velâyet-i evliyâ, Velâyet-i enbiyâ ve Velâyet-i ulyayı ve insandaki on latîfeyi bildirmektedir:

Bismillahirrahmanirrahim. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe salât ve selâm olsun! Ey oğlum, Allahü teâlâ, seni mesut eylesin! İnsana (Âlem-i sagir) yani küçük âlem denir. Bu Âlem-i sagir, on parçadan meydana gelmiştir. Bu 10 parçanın 5’i (Âlem-i emr) dendir. [Bu âlemde madde ve ölçmek yoktur.] Bu 5 latîfe, (Kalp), (Ruh), (Sır), (Hafi) ve (Ahfâ) dır. Bu 5 latîfenin aslları, kökleri (Âlem-i kebir) dedir. [(Âlem-i kebir) , büyük âlem demektir. İnsandan başka her şey demektir.] İnsanı meydana getirmiş olan 10 parçadan 4’ü katı, sıvı, gaz maddeleri ve enerjidir. Bunların aslları da Âlem-i kebirdedir. 5 latîfenin aslları, Arşın dışında görülür. Arşın dışı, Âlem-i emrdir. Yani maddesiz, hacimsizdir. Bunun için, Âlem-i emre (Lâ-mekani) denir. İmkan dairesi, yani mahluklar, bu 5 aslın sonunda biter. [Arşın içindeki mahluklar maddeden yapılmıştır. Zamanlı ve hacimlidirler. Bunlara (Âlem-i halk) yani ölçü âlemi denir. Halk, ölçü de demektir.] Mahluklar, ademle vücudun birleşmesinden meydana gelmiştir. Ademle vücudun birleşmesi, 5 aslın sonuna kadardır.

Akıllı, uyanık bir sâlik [yani tasavvuf yolcusu], yaratılışında Muhammedi ise, Âlem-i emrin 5 latîfesini, sıraları ile geçtikten sonra, bunların Âlem-i kebirdeki asllarında seyr eder. Yani ilerler. Allahü teâlânın lutfü ile bu 5 aslın her birini inceden inceye geçerek sonuna gelir. Böylece, imkan dairesini (Seyr-i ilallah) ile bitirmiş olur. (Fenâ) hâsıl oldu denir. Şimdi (Velâyet-i sugra) ya başlamış olur. Bu velâyete (Velâyet-i evliyâ) da denir. Bundan sonra, bu 5 aslın da aslı olan, Allahü teâlânın isimlerinin zıllerinde seyre başlar. Bu zıllerde adem bulunmaz. Allahü teâlânın ihsanı ile bu zılleri birer birer (Seyr-i fillâh) ile geçerek sonuna varır. Böylece, isimlerin zılleri biterek, Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları mertebesine erişir. Velâyet-i sugrada yükselmek, buraya kadardır. Burada tam Fenâ hâsıl olmaya başlar. (Velâyet-i Kübrâ) ya ayak basılmış olur. Bu velâyete, (Velâyet-i enbiyâ) da denir.
Peygamberlerden ve meleklerden başka, bütün mahlukların (Mebde-i taayyün) leri, bu zıll dairesinde bulunur. Her ismin zılli, bir insanın mebde-i taayyünüdür. Peygamberlerden sonra, insanların en üstünü olan hazret-i Ebû Bekrin mebde-i taayyünü, bu dairenin en üstündeki noktadır. Sâlik, kendinin mebde-i taayyünü olan isme varınca (Seyr-i ilallah) ı bitirir demişlerdir. Buradaki isim, Allahü teâlânın isminin kendi değildir. Bu ismin zılline varınca demektir ki o ismin, zıllerinden bir zıldir. Bu zıller, isimlerin ve sıfatların tafsilidirler. Mesela ilim sıfatının parçaları vardır. Bu parçalar, birer birer bu sıfatın zıllidirler. Bu sıfat, o zıllerin icmâli, topluluğudur. Bu parçalardan her biri, Peygamberlerden başka, bir insanın mebde-i taayyünüdür. Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i taayyünleri, bu parçaların aslları, bütünleri olan isimlerdir. Mesela, ilim, kudret ve irâde gibi sıfatlardır. Birçok kimsenin mebde-i taayyünleri, tek bir sıfattır. Fakat çeşitli bakımlardan ayrılırlar. Mesela, Muhammed aleyhisselâmın mebde-i taayyünü ilim şanıdır. Yine bu ilim sıfatı, başka bir bakımdan, İbrahim aleyhisselâmın da mebde-i taayyünüdür “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalatü vetteslîmât”. Yine bu sıfat, başka bir bakımdan da, Nuh aleyhisselâmın mebde-i taayyünüdür. Bu çeşitli bakımlar, hacı Muhammed Eşrefe yazılan mektupta açıklanmıştır. Büyüklerden kimisi, Hakîkat-i Muhammedî, (Taayyün-i evvel) dir. Her kemâlin bir arada bulunduğu hazrettir. Buna (Vahdet) denir demişlerdir. Bu fakirin anladığına göre, bu vahdet mertebesi, bu zıll dairesinin merkezi, topluluğudur. Bu sözümü, şu da kuvvetlendiriyor ki insanların mebde-i taayyünleri, isimlerin ve sıfatların ilmdeki sûretleri, görüntüleridir demişlerdir. İlmdeki varlık, kendisi değil, kendinin zıllidir, görüntüsüdür. Bunun için, ilmdeki bu sûretler, isimlerin ve sıfatların zılleridir. Bizim bu dairemiz, zıller dairesinin çevresi ve merkezidir. Asıl daire değildir. Bu zıll dairesini, taayyün-i evvel sanmışlar. Bunun merkezini topluluk bilerek (Vahdet) demişlerdir. Bu merkezin açılmasını, yani çevresini Vahidiyet sanmışlardır. Zıll dairesinin üstü olan isimlerin ve sıfatların dairesini, taayyünlerle bağlılığı olmayan Zât-i teâlâ sanmışlardır. Haşa! Öyle değildir. Çünkü o büyüklere göre, isimler ve sıfatlar, Zâtın kendisidirler. Zattan ayrı, başka değildirler. Bunun için, zıll dairesinin üstü, yani isimlerin ve sıfatların mertebesi, Zâtın kendisi olur. Ondan ayrı olmaz. Halbuki sıfatlar zattan ayrı olarak var olduklarından, isimlerin ve sıfatların dairesi, Zât-i teâlâdan ayrı olur. Sıfatları Zâtın kendisi demişler, böyle olmadığını bilememişler.

Zıll dairesinin merkezi, bu dairenin aslı olan üst dairenin merkezinin zıllidir. Üst daire, isimlerin, sıfatların, şanların ve itibaratın dairesidir. Hakîkat-i Muhammedî, bu asıl dairesinin merkezidir. İsmlerin ve şanların topluluğudur. Bu dairede isimlerin ve sıfatların yayılması, vahidiyet mertebesidir. İsmlerin zıllerinin mertebesinde vahdet ve vahidiyet kelimelerini kullanmak, zılli asıl ile karıştırmaktan ileri gelmektedir. Buradaki seyre, (Seyr-i fillâh) demek de böyledir. Çünkü bu seyr, (Seyr-i ilallah) dır. Bu seyrden sonra, eğer yükselmek nasip olursa, zıll dairesinin aslı olan, isimlerin ve sıfatların dairesinde Seyr-i fillâh ile seyr olur. Velâyet-i Kübrâ derecelerine başlar. Bu velâyet-i Kübrâ, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsustur. Onların izlerinde gittikleri için, Ashâb-ı kirâmı da, bu nimete kavuşurlar. Bu düşey durumdaki dairenin yatay çapının altında bulunan yarım dairede isimler ve (Sıfat-i zaide) bulunur. Üstteki yarım dairede şuûn ve itibarat-i zâtîye bulunur. Âlem-i emrin 5 latîfesi, bu isimler ve şanlar dairesinin sonuna kadardır. Allahü teâlânın lutfü ve ihsanı ile eğer sıfatlar ve şanlar makâmından yukarı çıkılırsa, bunların aslı olan dairede seyr olur. Bu aslların dairesinden sonra, bunların da aslları dairesinde seyr olur. Bu daireyi de geçtikten sonra, bunun üstündeki daireden bir kavs, bir yay görünür. Bunu da geçmek lâzımdır. Bu üst daireden, bir yaydan başka bir şey görünmediğinden, yalnız kavs diyerek sözü kesiyoruz. Burada ince bir sır vardır. Bu sırrı bildirmediler. İsmlerin ve sıfatların ve şuûnların mebdeleridirler. Bu 3 asıllardaki dereceler, nefs-i mutmeinneye mahsustur. Nefs, bu mertebelerde itminana kavuşur. Yine bu makâmda, (Şerh-i sadr) olur. Sâlik, (İslam-ı hakiki) ile şereflenir. Bu makâmda, nefs-i mutmeinne, göğse yerleşir ve (Rıza makâmı) na kavuşur. Bu makâm, Velâyet-i Kübrânın sonudur. Bu velâyete, (Velâyet-i enbiyâ) da denildiğini yukarıda bildirmiştik.

Seyr, buraya kadar varınca, iş bitti sanıldı. (Bunların hepsi, isim-i zâhirin açıklanmasıdır. Bu isim, uçmak için lazım olan bir kanattır. Mukaddes âleme uçmak için lazım olan 2. kanat olan isim-i bâtın da, böyle birer birer geçilirse, 2 kanat elde edilmiş olur) sesini duyurdular. Allahü teâlânın lutfü ve ihsanı ile isim-i bâtında da seyr bitince, 2 kanat elde edilmiş oldu. Bize doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! O bize doğru yolu göstermeseydi, biz bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri doğru sözlü olarak gelmişlerdir.

Ey oğlum! İsm-i bâtındaki seyrden ne yazayım ki o seyri örtmek, gizlemek lâzımdır. O makâmdan şu kadar açıklanabilir ki isim-i zâhirde seyr, sıfatlarda seyr olup Zât-i teâlâ ile hiç ilgisi yoktur. İsm-i bâtında seyr de, her ne kadar isimlerde seyrdir. Fakat bu seyr, Zât-i teâlâ ile ilgilidir. Bu isimler, Zât-i teâlâyı örten perdeler gibidir. Mesela, ilim sıfatında Zât-i teâlâ hiç akla gelmez. Âlim ismi ise, sıfat perdesi gerisinde, Zât-i teâlâyı bildirmektedir. Çünkü âlim, ilim sâhibi olan zâttır. O hâlde ilimde seyr, isim-i zâhirde seyrdir. Alimde seyr, isim-i bâtında seyrdir. Öteki sıfatlar ve isimler de böyledir. İsm-i bâtınla ilgili olan isimler, meleklerin mebde-i taayyünleridir. Bu isimlerde seyre başlamak (Velâyet-i ulya) ya ayak basmak olur. Bu velâyete, (Velâyet-i mele-i alâ) da denir. [(Mele) cemaat, galabalık demektir.] İsm-i zâhir ile isim-i bâtını anlatırken bildirdiğimiz, ilim ile âlim arasındaki farkı az sanmayınız! İlmden âlime az yol vardır dememelidir. Yer küresi ile Arş arasındaki uzaklık, o iki isim arasındaki uzaklık yanında, okyanus yanında bir damla su gibidir. Söylemeleri yakîn, kendileri çok uzaktır. Kısaca söylediğimiz her makâm da böyledir. Mesela, Âlem-i emrin 5 latîfelerini geçip, bunların asıllarında seyrolunur. Böylece, imkan [yani mahluklar] dairesi biter sözü ile Seyr-i ilallah, başından sonuna kadar anlatılmıştır. (Bu seyrin yapılması için, ellibin senelik yol geçilir) demişlerdir. Mearic sûresinin 4. âyetinde meâlen, (Melekler ve Ruh oraya ellibin senelik bir günde çıkarlar) buyurulmaktadır ki bu sözümüze işaret etmektedir. Böyle olmakla beraber, Allahü teâlânın ihsanının çekmesi ile bu uzun zamanlık iş, göz açıp kapayıncaya kadar yapılabilir. Fârisî Mısra tercümesi:

Kerimlerle yapılan işlerde güçlük yoktur!

Yine bunun gibi, işlerin ve sıfatların ve şuûnların ve itibaratın dairesini geçerek, bunların asıllarında seyr olunur denildi. İsimlerin, sıfatların, şuûn ve itibaratın hepsini geçmek, söylemekle kolaydır. Fakat, bunları geçmek çok zordur. O kadar çok zordur ki tasavvuf büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, (İnsanı kavuşturan konaklar sonsuzdurlar. Bitmez tükenmezler) demişler. (Mertebelerin hepsi seyr edilemez) buyurmuşlardır. Fârisî beyt tercümesi:

Onun güzelliği bitmez, Sadi’nin sözü tükenmez,
İstiskali susuz ölür, denizin suyu eksilmez.

Kavuşmak için geçilecek konakların sonsuz olmasını, sıfatların tecellîleri bakımından değil de, Zât-ı ilâhînin tecellîleri sonsuz olduğu için söylenmiştir sanmayınız! Bunun gibi, bitmeyen güzelliğin, sıfatların güzelliği olmayıp, Zâtın güzelliğidir demeyiniz! Çünkü Zâtın bu tecellîleri, şuûn ve itibarat olmaksızın değildir. Zâtın o güzelliği, Cemâl sıfatlarının arkasında olmaksızın değildir. Çünkü bu mertebede, sıfatların perdeleri olmaksızın söz edilemez. Allahü teâlâyı tanıyan kimsenin dili tutulur, söyleyemez olur. Her tecellîde, biraz zıll, görüntü bulunur. O makâmda, şuûnu araya katmadan olamaz. Bunun içindir ki o vusûl konakları ve güzellik mertebeleri, isimlerin ve şuûnların dairesindedir ve onlara göre sonsuzdur.

Bu fakire “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” gösterdikleri ise, tecellîlerin ve zuhûrların ötesindedir. İster Zâtın tecellîsi desinler, ister sıfatların tecellîsi desinler, hepsinin ötesidir. İster Zâtın, ister sıfatların güzelliği desinler, bütün güzelliklerin ötesidir. Bunun için, yüksek istekleri, çok kıymetli maksatları bu dar kelime kadrosu ile kısaca anlatmış bulunuyorum. Sonsuz denizleri, birkaç şişeye doldurmuş gibi oluyorum. Öyle ise, anlamamazlık etme!

Yine sözümüze dönelim! İsm-i zâhir ve isim-i bâtın 2 kanadı ele geçtikten sonra, uçmak nasip olursa, yukarı çıkılırsa, buraya çıkan, insanın enerji, hava ve su parçaları olduğu anlaşılır. Melekler de, bu 3 parçadan yapılmıştır. Hadis-i şerifte bildirildi ki (Meleklerin bir kısmı ateşten ve kardan yaratılmıştır. Bunlar, ateşle karı birarada bulunduran Rabbimizde hiçbir noksanlık yoktur derler). Bu seyrde iken rüyada gösterdiler ki sanki bir yolda gidiyorum. Çok gitmekten yorulmuşum. Yürüyebilmek için bir sopa, baston arıyorum. Bulamıyorum. İlerliyebilmek için, çalı çırpıya yapışıyorum. Bu da olmuyor. Öylece yürümek zorunda kalıyorum. Bir zaman, böyle ilerledim. Bir şehir göründü. Yaklaştım. Şehre girdim. Bu şehrin, (Taayyün-i evvel) olduğu bildirildi. Bu taayyün, bütün isimlerin, sıfatların, şuûn ve itibaratın mertebelerini ve bu mertebelerin asıllarını ve bu asılların da asıllarını kendinde toplamıştır ve Zât-ı ilâhînin itibaratının sonudur. Bu itibarat, İlm-i husûlîde, birbirlerinden ayrıldılar. Bundan sonra seyr olursa, İlm-i huzûrî ile ilgili olur.

Ey oğlum! O makâmda, İlm-i husûlî ve İlm-i huzûrî demek, misal ve benzetmek yolu ile söylenir. Çünkü, Zât-ı ilâhîden ayrı olan sıfatlar, İlm-i husûlî ile bilinir. İtibarat-i zâtîye, Zât-i teâlâdan hiç ayrı değildirler ve İlm-i huzûrî ile bilinirler. Çünkü bu makâmda, ilim, bilinen şeye yalnız bağlanır, bilinen şeyden hiçbir şey ilimde bulunmaz. Taayyün-i evvel demek olan, o büyük şehirde, Peygamberlerin ve meleklerin bütün velâyetleri vardır. Mele-i alâ denilen meleklerin yükseklerinin (Velâyet-i ulya) sının sonu bu makâmdadır. Bu makâmda, bu taayyün-i evvelin, Hakîkat-i Muhammedî olup olmadığı düşünüldü. Hakîkat-i Muhammedînin, yukarıda söylenilen gibi olduğu anlaşıldı. Ona taayyün-i evvel denilmesi, bu taayyün-i evvelin zıllinin merkezi olduğu içindir. İsmleri, sıfatları, şuûn ve itibaratı kendinde toplamıştır. Bu şehrin üstünde seyr edilince, (Kemâlât-ınübüvvet) e, yani Peygamberlik derecelerine başlanır. Bu derecelerde, yalnız Peygamberler “aleyhimüssalavâtü vettehiyyat” seyr eder.

Peygamberlik makâmının dereceleridir. Peygamberlerin izinde gidenlerin büyüklerine de, tattırılır. İnsanı meydana getiren on parça içinde, bu derecelere yükselen toprak maddeleridir. İster Âlem-i emrden olsun, ister Âlem-i halktan olsun, dokuz parçadan her biri, bu makâmda, toprak maddesinin yolunda ilerler. Onun yanı sıra, bu nimetle şereflenirler. Toprak maddeleri yalnız insanda bulunduğundan, insanların üstünleri, meleklerin üstünlerinden daha üstün oldu. Toprak maddelerinin kavuştuklarına, hiç kimse kavuşmamıştır. Âyet-i kerimede bildirilen (dünüv) hâsıl olduktan sonra, tedella sırrı bu makâmda hâsıl olur. (Kâbe-kavseyn ev ednâ) nın iç yüzü meydana çıkar. Bu seyrde iyice anlaşıldı ki Velâyet-i sugra, Velâyet-i Kübrâ ve Velâyet-i ulyanın hepsi, Peygamberlik makâmının kemâlâtının zılleri, gölgeleridir. Bütün o kemâlât, o dereceler, bu derecelerin misalleri, görüntüleridir. İyi anlaşıldı ki bu seyrde, bir nokta ilerlemek, Velâyet makâmının bütün derecelerinden daha çoktur. Bu kemâlâtın hepsinin ne kadar olacağını bundan anlamalıdır. Geçilmiş derecelerin hepsi, bunun yanında, okyanus yanında bir damla gibi kalır. Burada, bu orantı bile yoktur. Diyebiliriz ki (Peygamberlik makâmı) yanında, (Velâyet makâmı), sonsuz yanında, ufak bir şey gibidir. Sübhânallah! Câhilin biri, bu sırdan haber vererek, evliyâlık, Peygamberlikten daha yüksektir der. Bunları anlamayan, bir başkası da, bu sözü düzeltmek için, Peygamberlerin velâyeti, kendi Peygamberliğinden daha yüksektir der. Ağızlarından çıkan, çok büyük oldu. Allahü teâlânın ihsanı ile ve Peygamberinin “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm” sadakası olarak, bu seyr bitince, bir adım daha ileri atılacak olsa yok olunur. Bunun ötesinin yalnız adem olduğu anlaşıldı.

Ey oğlum! Bu sözlerden, sanmayasın ki Anka kuşu avlanıla. Hayır, hayır. Öyle değil! Fârisî beyt tercümesi:

Anka avlanılmaz tuzağı topla!
tuzağa giren, olur yalnız hava!

Allahü teâlâ, her düşüncenin ötesindedir. O, ötelerin ötesi, ötelerin ötesidir. Fârisî beyt tercümesi:

Hiç noksanı olmayan çok uzaktır,
ona yetişiriz sanmak tuhaftır!

Uzak demekle, arada perdeler var sanılmasın! Çünkü bütün perdeler aşılmış, hiç perde kalmamıştır. Uzaklık, büyüklüktendir. Anlaşılamaz. Kavranılamaz. Bulunamaz. Allahü teâlânın varlığı, her mahluka çok yakındır. Anlamaktan, bulmaktan çok uzaktır. Evet, seçilmişlerden çok az kimseyi, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yanı sıra, büyüklük perdelerinin içine alırlar. Onlara yapılan ihsanlar bilinemez.

Ey oğlum! Bu işler, yalnız insanın (Heyet-i vahdânî) sine olur. Bu heyet, on parçadan yapılmıştır. Âlem-i halk ile Âlem-i emrin hepsinden meydana gelmiştir. Bununla beraber, bu makâmda, hepsinin başı, toprak maddeleridir. Ondan ötesi, ancak yokluktur denildi. Çünkü, dışarıda ve ilimde olan varlıkların mertebeleri geçildikten sonra, bunların tersi olan adem hâsıl olur. Allahü teâlânın kendisi, bu varlıkların ve ademin ötesidir. O makâmda adem bulunmadığı gibi, varlıklar da yoktur. Çünkü, tersi adem olan bir vücut, Zât-i ilâhiyye lâyık değildir. Başka kelime bulunamadığı için, o mertebede vücut, yani varlık dersek, tersi, karşılığı adem, yani yokluk olmayan vücut demektir. Bu fakir, bir mektubumda [234. mektupta], (Allahü teâlânın kendisi vücuttur) demiştim. Bunu, anlamayarak yazmıştım. İşin iç yüzüne varamamıştım. Vahdet-i vücûd gibi birkaç bilgi de, böyle yazılmıştı. İşin iç yüzünü bildirdikleri zaman, başlangıçta ve yolda iken yazdıklarıma ve söylediklerime pişman oldum. Tövbe ve istiğfar ettim. Estağfirullah ve etubü ilallah min cemii mâ kerihallah “sübhânehu ve teâlâ”.

Buraya kadar olan açıklamadan anlaşıldı ki Peygamberlik dereceleri, çıkarken geçilmektedir. Peygamberlik yükselmelerinde, insan Hakka doğrudur. Çokları, velâyette yükselirken, insan Hakka doğrudur. Nübüvvette, mahluklara karşıdır. Yükselirken, velâyet dereceleri, inerken Peygamberlik dereceleri vardır demişlerdir. Bunun için, evliyâlığı, Peygamberlikten daha yüksek sanmışlardır. Evet, Velâyette de, Nübüvvette de, hem çıkış, hem de iniş vardır. Her 2 çıkışta da, insan Hakka doğrudur. İnişlerinde ise, mahluklara doğrudur. Böyle olmakla birlikte, Peygamberlikteki inişte, insan bütün bütün mahluklara karşıdır. Evliyâlıktaki inişte, bütün bütün mahluklara doğru değildir. Bâtını Hak ile zâhiri halk ile olur. Çünkü velâyet sâhibi, yani Velî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” çıkış makâmlarını bitirmeden, inişe başlamıştır. Bunun için, gözü hep yukarıdadır. Bütün varlığı ile halka bakamamaktadır. Nübüvvet sâhibi ise,yükselme makâmlarının hepsini bitirip de indiği için, bütün varlığı ile insanları Hak teâlâya çağırmaya bakmaktadır. Bunu iyi anla! Bu şerefli bilgileri, şimdiye kadar, hiçbir kimse söylememiştir.

Yukarı çıkışta, toprak maddeleri, insanın bütün parçaları içinde, en yukarı yükseleni olduğu gibi, inişte de, en aşağı inerler. Çünkü bunların yaratıldığı yer, hepsinden daha aşağıdır. Hepsinden daha aşağı indiği için, onun sâhibinin daveti, daha kuvvetli olur. O, herkesten daha çok fayda verici olur.

Ey oğlum! Bizim yolumuzda seyr kalpten başlar. Kalp de, Âlem-i emrdendir. Bunun için, söze Âlem-i emrden başlandı. Başka tarîkatlerde, önce nefsin tezkiyesinden, temizlenmesinden başlanır. Cesedi temizlerler. Bundan sonra, Âlem-i emre sıra gelir. Allahü teâlânın dilediği kadar yükselirler. Bunun içindir ki başkalarının sonu, bu büyüklerin başında yerleştirilmiştir. Bu tarîk, yolların en çok yaklaştırıcısı olmuştur. Çünkü bu seyrde, nefsin tezkiyesi ve cesedin temizlenmesi de birlikte olmaktadır. Böylece, yol kısa olur. Bunun içindir ki bu büyükler, Âlem-i halkın seyrini boşuna vakit geçirmek bilirler. Hatta, zararlı, işi bozucu olduğunu anlamışlardır. Çünkü başka tarîkatlerin sâlikleri, sıkıntılı riyazetler ve ağır mücâhedelerle tezkiye yaparak, Âlem-i halkın sûretinin çöllerini geçtikten sonra, Âlem-i emrin seyrine başlayınca ve kalbin çekilmesi ve ruhun lezzet alması hâsıl olunca çok olur ki bu çekilmeye ve lezzete bağlanıp kalırlar. Âlem-i emrin mekansız, maddesiz olması bunları aldatır. Bu âlemin nasıl olduğu anlaşılmaması karşısında, nasıl olduğu hiç anlaşılamayan maksada, hedefe gitmeyi unuturlar. Bunun içindir ki bir sâlik, (30 senedir ruhumu Hak sanarak tapındım) demiştir. Bir başkası, âyet-i kerimedeki (İstiva) nın iç yüzü ve Arşın üstündeki münezzeh mertebenin görünmesi, anlaşılması güç olan mârifetlerdir demiştir. Halbuki yukarıda bildirilenlerden anlaşıldı ki münezzeh dedikleri o mertebe, mahluklar dairesindedir. Hiçbir şeye benzemez görünür ise de, benzetilir. Tenzîh gibi görünen teşbihtir. Bu yüksek yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” böyle değildirler. Seyre, Cezbe makâmından başlarlar. Lezzetlerin yardımı ile ilerlerler. Bu çekiliş ve lezzet bunlar için başkalarının riyazetleri ve mücâhedeleri gibi olur. Başkalarının kavuşmalarını bozan şeyler, bu büyüklerin kavuşmalarına yardımcı olurlar. Âlem-i emrin mekansızlığını, maddesizliğini, mekanlı, maddeli bulur; tam mekansız olanı ararlar. O âlemin anlaşılamazlığını anlaşılabilir bularak, hiç anlaşılamayana yükselirler. Bunun için de, başkaları gibi, vecde, hâle aldanmazlar. Bu yolun cevizine, cam parçalarına, çocuklar gibi bakmazlar. Tasavvufçuların, yaldızlı boş sözleri ile övünmezler. Onların anladık sanarak söyledikleri ile iftihar etmezler. Yalnız bir olanı isterler. İsim ve sıfatları değil, yalnız Zâtı ararlar.

Yukarıda bildirilen yükselme, yaratılışta, tam uygun, Muhammedi olanlar içindir. Bunlar, Âlem-i emrin, hem Âlem-i sagirde olan, hem de Âlem-i kebirde olan, 5 cevherinin bütün derecelerine yükselebilirler. Bunların asılları olan, Allahü teâlânın isimlerinin zılleri dairesinden de pay alırlar. Bu zıllerin aslları olan isimlerin ve sıfatların makâmında da seyrederler. Yaratılışta tam uygun dedim. Çünkü Muhammedi olduğu hâlde, Âlem-i emr latîfelerinin sonuncusu olan hafinin derecelerine yükselen, fakat bu derecelerin hepsini geçemeyen, sonuna varamayanlar, başında veya ortasında kalanlar çoktur. Ahfayı bitiremeyince, bunun asıllarını da, böylece bitiremez. İşi sonuna götüremez. Âlem-i emrin başka 4 latîfelerinde de böyle olur. Yaratılışta, her bir mertebeye uygun olan kimse, o mertebenin sonuna kadar ilerler. Bir mertebenin başında veya ortasında kalmak, noksan olmayı gösterir. Sona kıl kadar bile varamamak, noksanlıktır. Fârisî beyt tercümesi:

Dostun ayrılığı az olsa da, az değildir.
göz içinde yarım kıl olsa da çok görünür.

Bu noksanlık, asılların asıllarında da kendini gösterir. Aranılana kavuşmayı engeller. Yukarıda yazılanlar, Muhammedi yaratılışlı olanlar içindir demiştik. Çünkü, yaratılışta Muhammedi olmayanlardan birinin çıkacağı en yüksek derece, velâyet derecelerinin birincisi olur. 1. derece demek, kalp mertebesi demektir. Bir başkası, 2. dereceye kadar yükselebilir. 2. derece, ruh makâmıdır. 3. bir kimse, 3. dereceye kadar çıkabilir. 3. derece, sır makâmıdır. Bir 4. kimse 4. dereceye kadar yükselebilir. 4. derece, hafi makâmıdır. 1. derecede, Allahü teâlânın (Sıfat-ı ef’aliyye) si tecellî eder. 2. derecede (Sıfat-ı sübûtiye) si tecellî eder. 3. derecede, (Şuûn ve itibarat-i zâtîye) tecellî eder. 4. derece, selbi olan sıfatlara uygundur. Tenzîh ve takdis makâmına uygundur. Velâyetin her derecesi, ülül’azm bir Peygamberin altındadır. Velâyetin 1. derecesi, Âdem aleyhisselâmın “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” altındadır. Onun terbiye edicisi, tekvîn sıfatıdır. İnsanların her işini, her hareketini bu sıfat yapar. 2. derece, İbrahim aleyhisselâmın altındadır. Nuh “aleyhisselâm” da, bu makâmda ortakdır “alâ nebiyyinâ ve aleyhimessalavâtü vetteslîmât”. Bunların rabbi, ilim sıfatıdır. Bu sıfat, (Sıfat-i zâtîye) nin en genişidir. 3. derece, Mûsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır. Onun rabbi, şuûnların makâmından, kelam şanıdır. 4. derece, Îsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalatü vesselâm”. Onun rabbi, selb sıfatlarındandır, sübut sıfatlarından değildir. Bu derece, takdis ve tenzîh makâmıdır. Meleklerin çoğu, bu makâmda, Îsâ aleyhisselâmla ortakdırlar. Bu makâmda büyük şân vardır. 5. derece, Peygamberlerin sonuncusunun ayağı altındadır “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Onun rabbi, rablerin rabbidir ve sıfatları, şuûnları, takdisleri ve tenzîhleri kendinde toplamaktadır. Bütün yüksek derecelerin merkezidir. Hepsinin üstünde olan bu rabbe, sıfatların ve şuûnların mertebesinde (Şân-ül-ilim) adını vermek uygun olur. Çünkü bu şân, bütün derecelerin üstündedir. Bu bağlılık içindir ki onun milleti, İbrahim aleyhisselâmın milleti oldu. Onun kıblesi, bu ümmete de kıble oldu.

Velâyet mertebelerinin üstünlüğü, derecelerin önde ve arkada olmalarına bağlı değildir. Ahfâ sâhibinin daha üstün olması lazım gelmez. Üstünlük, asla olan yakınlığa, uzaklığa ve zıll derecelerinin az veya çok konaklarını geçmeye bağlıdır. Kalp latîfesinin sâhibi olan bir Velî, asla daha yakın olduğu için, o kadar yakın olmayan Ahfâ sâhibinden daha üstün olur. 1. derecede olan bir Peygamberin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” velâyeti, sonuncu derecede olan bir Velînin derecesinden elbette daha yüksektir.

Latîfelerin, kalpten ruha ve ruhtan sırra ve sırdan hafiye ve hafiden ahfaya doğru sülûkü, yaratılışında Muhammedi olanlar içindir. Bu 5 latîfeyi sıra ile bitirerek, bunların asllarında da, bu sıra ile seyr eder. Daha sonra, bu aslların da asllarında, bu sıra ile seyrini bitirir. Bu sıra ile olan yol, yolların en kıymetlisidir. Çabuk kavuşturur. Ehadiyete seyr edenler için, Sırat-ı müstakimdir. Başka velâyetlerde böyle değildir. Onlarda, maksada kavuşmak için, her dereceden birer dar yol açılır. Mesela, kalp makâmından bir yol açarak, kalbin aslının aslı olan Sıfat-i ef’ale gidilir. Bunun gibi, ruh makâmından sanki bir yol açılıp, Sıfat-i zatiyeye gidilir. Allahü teâlânın fiilleri ve sıfatları, zatından ayrı değildirler. Ayrılıkları varsa, zıllerde ayrılıktır. Bunun için, fiillere ve sıfatlara vasıl olanlara, Zât-i teâlânın tecellîlerinden de biraz hâsıl olur. Halbuki Ahfâ sahiplerine, seyrleri bitince, bu tecellîler hâsıl olmaktadır. Bu tecellîlerin aşağı ve yukarı derecelerde olmaları birbirlerine benzemez. Kalp sâhibinin tecellîsi ile Ahfâ sâhibinin tecellîsi müsavi olmaz. Fakat, burasını yanlış anlamamalıdır. Bu ayrılık, Veliler arasında, birbiri ile olur. Kalp sâhibi ile Ahfâ sahipleri, kemâle vasıl olduklarından sonra, kalp velâyetinin sâhibi, Ahfâ velâyetinin sâhibinin velâyetinden daha aşağıdır. Fakat, Veliler ile Peygamberler arasında bu ayrılık yoktur. Çünkü, bir Peygamberin (Kalp makâmı) ndan olan velâyeti, bir Velînin (Ahfâ makâmı) ndan olan velâyetinden daha üstündür. O Velî, Ahfâ derecelerinin sonuna varmış olsa da, O Nebinin derecesine varamaz. Bu Velînin başı, her zaman, yine bu velâyetin sâhibi olan bir Peygamberin ayağı altındadır. Saffati sûresinin yüzyetmişbirinci âyetinde meâlen, (Peygamberlere yardım edileceğini, onların üstün olacağını ezelde yazdık) buyruldu. Bu ayrılık, Peygamberlerin birbiri arasında da vardır. Yüksek derece sâhibi, aşağı derece sâhibinden daha yüksektir. Fakat, Peygamberler arasında olan bu ayrılık da, Âlem-i emr kemâlâtının dairesinin sonuna kadardır. Bundan sonra, üstünlük, yüksekliğe ve alçaklığa bağlı olmaz. Bu makâmda, aşağı derece sâhibi, yukarı derece sâhibinden daha üstün olabilir. Mesela, bu makâmda, Mûsâ aleyhisselâmla Îsâ “aleyhisselâm” arasında üstünlük farkı olduğunu görüyoruz. Burada, Mûsâ “aleyhisselâm” daha büyüktür ve daha şanlıdır. Îsâ aleyhisselâmda bu büyüklük ve böyle şân yoktur. Bu mertebede üstünlük başka bir şeye bağlıdır. Bu derecelerin yukarı, aşağı olmasına bağlı değildir. Bunu, daha ileride inşaallah geniş olarak bildireceğim. Bunun gibi, İbrahim “aleyhisselâm” ile başka peygamberler arasında da, Kabenin hakikatine bağlı kemâlatta ayrılık bulduk. Kabenin hakikati, insan ve melek hakikatlerinin hepsinden daha üstündür. İbrahim aleyhisselâmın o makâmda büyük şânı ve yüksek mertebesi vardır ki Muhammed aleyhisselâmdan başka hiçbir Peygamber, bu şana ve rütbeye yetişememiştir. Bu çok yüksek makâm Allahü teâlânın Âzamet ve kibriyalık perdelerinin göründüğü makamdır. Bu makâmın merkezinde bütün kemâlât toplanmıştır. Bu merkezin kemâlatı, Peygamberlerin sonuncusu içindir. Bu makâmın başka yerleri, İbrahim aleyhisselâmındır. Peygamberlerden ve Evliyânın yükseklerinden bu makâmda görünenler, bu ikisinin yanı sıra gelebilmiş olanlardır. Belki bunun için olmalıdır ki Peygamberimiz “aleyhi ve alâ Âlihissalevâtü vetteslîmât”, o merkezdeki topluluğun, açıklanmasını isteyerek, İbrahim aleyhisselâma yapılan salavât ve berekât gibi, kendisine de salavât ve berekât okunmasını emir buyurmuştur. Bu fakire gösterdiler ki bin sene geçtikten sonra, o topluluğun tafsili kendisine de verildi. Arzusu kabul olundu. Bundan dolayı ve bütün nimetleri için, Allahü teâlâya hamd olsun! O yüksek makâmın kemâlatı, Velâyetlerin kemâlâtının ve Nübüvvet ve Risâletin kemâlâtının üstündedir. Nasıl yüksek olmasın ki o makâm, Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve meleklerin, kendisine karşı secde ettikleri şeyin hakikatidir. Bu fakirin (Mebde ve Mead) kitabında yazdığım; Hakîkat-i Muhammedî, kendi makâmından yükselerek, üstündeki Kabenin hakikati makâmına çıkar ve onunla birleşir. Hakîkat-i Muhammedînin ismi, hakikat-i Ahmedi olur demiştim. Burada yazılı olan, Kabenin hakikati, bu hakikatin zıllerinden bir zıldir. Kabenin hakikati, görünmemiş olduğu için, bu zılli hakikat sanmıştım. Böyle karışıklık, çok olmaktadır. Bir şeyin hakikati görünmediği zaman, zıll asıl sanılmakta, hakikat diyerek adlandırılmaktadır. Bunun içindir ki bir makâm, birkaç kere görünmektedir. Çünkü bu makâmın çok görünmesi, zıllerinin görünmesidir. O makâmın hakikati, en son görünenidir. Bir görünüşün, son görünüş olduğu nasıl anlaşılır denirse, ondan önceki görünüşlerin zıll olduklarını anlamak, buna en güzel şahittir. Çünkü bu bilgi, önceki görünüşler zamanında yoktu. Her görünüş hakikat sanılıyordu. Hiçbiri zıll bilinmiyordu. Bu hakikatlerin birbirlerine niçin benzemedikleri bilinmediği hâlde, hiçbiri zıll olarak bilinmiyordu.

Ey oğlum “rahmetullâhi aleyh”! Yukarıda yazılı mârifetlerden anlaşıldı ki Âlem-i emrin kemâlatı, başlangıçdır. Âlem-i halkın kemâlâtına ulaştıran merdiven gibidir. Âlem-i emrin kemâlâtında hep zıll bulunur. Velâyet makâmlarında ele geçer. Âlem-i halkın kemâlâtında zıll bulunmaz. Nübüvvet makâmlarında ele geçer. Zıll, dünyada görünenlerde bulunur. Görülüyor ki tarîkat ve hakikat, velâyette olur ve İslamiyetin yardımcılarıdır. İslamiyet, Nübüvvet mertebesinde olur. Velâyet, Nübüvvete kavuşturan köprü gibidir.

Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki Nakşbendiyye büyüklerinin seçtikleri yolda, seyre Âlem-i emrden başlanarak, aşağı olan Âlem-i emrden, yukarı olan Âlem-i halka çıkılmaktadır. Bunun için, en uygun, en iyi yoldur. Yukarıdan aşağı olan başka seyrlerde, ne kazanılır? Bu inceliği herkese bildirmediler. Başkaları görünüşe bakarak, Âlem-i halkı aşağı sandı. Bu aşağıdan yukarı çıkmayı, yükselmek bildiler. İşin doğrusunun böyle olmadığını anlamadılar. Aşağı sandıkları, hakikatte yüksekliktir. Yüksek gördükleri de aşağıdır. Evet, Âlem-i halk, dairenin sonu olduğundan, aslların aslı olan 1. noktanın yanında bulunmaktadır. Başka hiçbir nokta, böyle yakın değildir. Fârisî Mısra tercümesi:

Afva kavuşan, günahkarlardır

Bu bilgiler, ancak Nübüvvet aynasından görülür. Velâyet sahiplerinden, bu mârifete kavuşanlar pek azdır.

Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyre Âlem-i emrden başlamışlardır. Hakikattan İslamiyete gelmişlerdir. Seyrleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyrlerine benzeyen Evliyânın büyüklerinin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” seyrleri, İslamiyetin sûretinden, görünüşünden başlar. Yolun ortasında, tarîkat ve hakikat vardır. Bu ikisi, velâyette olur ve Âlem-i emre bağlıdır. Yolun sonunda, İslamiyetin hakikatine, özüne varırlar ki Peygamberliğin meyvesidir. Görülüyor ki tarîkatin ve hakikatin hâsıl olması, İslamiyetin hakikatinin hâsıl olması için başlangıçdır. Bunun için, Evliyânın büyüklerinin başlangıcı hakikattir. Her ikisinin sonu, İslamiyettir. (Evliyânın başlangıcı, Peygamberlerin sonudur) sözü yanlıştır. Bu söz ile Evliyânın başlangıcı ve Peygamberlerin sonu, İslamiyet demek istemişler ise de, işin özünü anlamadıkları için, bu yaldızlı sözü söylemişlerdir. Bu sözümüzü başka kimse söylememiş, hatta çokları, bunun tersini söylemiştir. Çünkü, anlaşılması pek güçtür. Fakat, insaflı bir kimse, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” büyüklüğünü düşünürse ve İslamiyetin kıymetini anlarsa, bu derin inceliği belki kabul eder. Bunu kabul etmesi, imanının artmasına sebep olur.

Ey oğlum, iyi dinle! Peygamberler yalnız Âlem-i halkın ibâdet etmesini istemişlerdir. (İslamiyet, 5 şey üzerine kurulmuştur…) hadis-i şerifi bunu göstermektedir. Kalp Âlem-i halka çok yakın olduğu için, kalbin tasdikını da istemişlerdir. Âlem-i emrin öteki 4 latîfesinin sözünü etmemişlerdir. Bunları hesaba katmamışlardır. Doğrusu da budur. Çünkü, Cennet nimetleri, Cehennemdeki azaplar ve Allahü teâlâyı görmek nimeti ve buna kavuşamamak felaketi hep Âlem-i halka olacaktır. Âlem-i emrin bunlarla ilgisi yoktur. Bundan başka, farz, vâcib ve sünnet ile ibâdetler, Âlem-i halktan olan ceset ile yapılmaktadır. İbadetlerden, Âlem-i emr ile ilgili olanı, nâfilelerdir. İbâdetlerin sevaplarının miktarı, ibâdetin miktarı ile ölçülür. Bunun için, farzlardan hâsıl olan yakınlık, Âlem-i halkın yaklaşmasıdır. Nâfileler de, Âlem-i emrin yaklaşmasına sebep olur. Elbette nâfilenin kıymeti, farzın kıymeti yanında hiç gibidir. Okyanus yanında, bir damla kadar bile değildir. Nâfilenin kıymeti, sünnetin yanında bile böyledir. Sünnet de, farzın yanında, okyanus yanındaki bir damla su gibidir. Bu ikisinin yaklaştırması arasındaki büyük farki buradan anlamalıdır. Âlem-i halkın, Âlem-i emrden üstünlüğünü, bu farktan ölçmelidir. Çok kimseler, bu inceliği bilmedikleri için, farzları bırakıp, nâfilelerin yayılmasına çalışıyorlar. Câhil sufiler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakta gevşek davranıyorlar. 40 gün çile çekmeyi ve riyazetler yapmayı beğeniyor, Cuma namazına ve cemaate gitmiyorlar. Halbuki bir farz namazı cemaat ile kılmak, onların binlerle, 40 günlük çilelerinden daha faydalı olduğunu bilmiyorlar. Evet, İslamiyetin edeplerini gözetmek şartı ile zikir ve fikir çok faydalı ve pek kıymetlidir. Câhil hocalar da, nâfilelerin yayılmasına çalışıyor, farzların yapılmasına aldırış etmiyor, terkedilmesine sebep oluyorlar. Mesela, Aşure namazının, Resûlullahtan “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm” haber verildiği iyi bilinmiyor. Bunu cemaat ile ve ehemmiyet vererek kılıyorlar. Halbuki nâfile namazı cemaat ile kılmanın mekruh olduğunu fıkıh kitaplarında okuyorlar. Farzları kılmakta gevşek davranıyorlar. Farzları müstehab olan zamanlarında kılanları pek azdır. Vaktinde bile kılmıyorlar. Farzları cemaat ile kılmaya ehemmiyet vermiyorlar. Bir iki kişiden fazla cemaat toplandığı az görülüyor. Çok zaman da yalnız kılıyorlar. Din adamları böyle olursa, başkalarının nasıl yaptıklarını artık düşünmelidir. Bu kötü hallerden dolayı, müslümanlık zayıflemeye başladı. Böyle işlerin zulmeti ile günahlar, bidatler çoğaldı. Fârisî beyt tercümesi:

Az söyledim, dikkat ettim, kalbini kırmamaya,
bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana!

Nâfile ibâdetleri yapmak, insanı zıllere kavuşturur. Farzları yapmak ise, asla ulaştırır. Ancak, farzları tamamlıyan nâfileler [mesela, farz namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler], asla kavuşturmaya yardım ederler. Farzlardan sayılırlar. İşte, farzları yapmak, Âlem-i halka uygun oldu ki asla götürür. Bütün farzlar asla yaklaştırırlar ise de, farzların en üstünü, en yükseği namazdır. (Namaz, müminin miracıdır) ve (Kulun, Rabbine en yakın olduğu zamanı, namazda olduğu zamandır!) hadis-i şerifleri bunu haber vermektedir. (Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim vardır ki…) hadis-i şerifinde bildirilen, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin en kıymetli zamanları, bu fakire göre, namazdaki zamanıdır. Günahları örten namazdır. İnsanı kötü, çirkin şeyleri yapmaktan koruyan, namazdır. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” (Ya Bilal, beni ferahlandır!) buyurarak, rahatlandırılmak istediği şey namazdır. Dinin direği, namazdır. Müslümanlık ile kâfirliği birbirinden ayıran namazdır.

Yine sözümüze gelelim. Âlem-i halkın, Âlem-i emrden daha üstün olduğunu açıklayalım: Âlem-i emr, bu dünyada nasibine kavuşmaktadır. Müşahede, rüyet hâsıl etmektedir. Yarın, Cennet nimetleri, Âlem-i halka olacaktır. Nasıl olduğu anlaşılamayan tam rüyet ona nasip olacaktır. (Müşahede), zılli görmektir. Kıyamette, Allahü teâlânın kendi görülecektir. Müşahede ile rüyet arasında ve zıll ile asıl arasında ne kadar ayrılık varsa, Âlem-i emr ile Âlem-i halk arasında da o kadar fark vardır. (Müşahede), Velâyette olur. (Rüyet) ise Nübüvvettedir ve Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymakla şereflenenlere, onlara uydukları için nasip olur. Velâyet ile Nübüvvet arasındaki farki buradan da anlamalıdır.

TENBİH: Âlem-i emr ile bağlılığı daha çok olan bir ârif, Velâyetin derecelerine daha çok kavuşur. Âlem-i halk ile ilgisi daha çok olan da, Nübüvvetin derecelerine daha çok kavuşur. Bunun içindir ki Îsâ “aleyhisselâm”, Velâyette daha ileri gitmiştir. Mûsâ “aleyhisselâm” da, Nübüvvette daha ileri gitmiştir. Çünkü Îsâ aleyhisselâmda, Âlem-i emr kuvvetlidir. Bunun için, melekler gibi oldu. Mûsâ aleyhisselâmda, Âlem-i halk kuvvetli olduğu için müşahede ile doymayıp, rüyeti istedi. Bu mektubun başında, Peygamberlerin, Peygamberlik derecelerindeki ayrılıklarının sebebini, ileride bildireceğiz demiştik. İşte, şimdi anlaşılmış oldu. Latîfelerinin aşağı veya yüksek olması, burada sebep olmamıştır. Latîfelerin aşağı veya yukarı olması, velâyette tesirli olur. Her şeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bildirir.

Ey oğlum “rahmetullâhi aleyh”! Peygamberlik bilgileri, dinlerdir ve dinlerle bildirilen hükümlerdir. Bunlar, daha çok insanın bedeni ile ilgili bilgilerdir. Peygamberlerin de “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Âlem-i halk ile ilgileri daha çok olduğu için, Peygamberliği, insanları çağırmak için, aşağı inmektir sanmışlardır. Velâyette olan derecelere yükseldikten sonra inmektir demişlerdir. Yükselmenin sonu ve yakınlığın çokluğu, bu inmekte olduğunu anlamamışlardır. Velâyetin yüksek derecelerindeki yakınlık, bu yakınlığın zıllerinden bir zılle olan yakınlıktır. Bu yakınlık, görünüşte uzaklık sanılmaktadır. Velâyette olan yükselme, buradaki yükselmenin görüntülerinden biridir. Buradaki yükselme, görünüşte, iniş sanılmaktadır. Mesela, dairenin merkezi, çevresinden en uzak olan noktadır. Halbuki dairenin hiçbir noktası, çevreye, merkezinden daha yakın değildir. Çünkü çevre, merkezin genişlenmiş, açıklanmış Hâlidir. [Çevrenin tarifi bile merkez noktasının yardımı ile yapılır. Çevrenin çizilebilmesi için, pergelin ayağını merkeze koymak lazım gelir. Merkez olmazsa, çevre olamaz.] Bu bağlılık, merkezden başka, hiçbir noktada yoktur. Görünüşe bakan câhiller, bu yakınlığı anlayamazlar. Merkez, çevreye en uzak noktadır derler. Merkezin en yakın olduğunu söyleyene câhil ve ahmak derler.

Velâyet-i Kübrâ derecesinde, Şerh-i sadr olunca, nefs-i mutmeinne, makâmından yükselerek, göğüs makâmına çıkar. Buraya yerleşir. Böylece, yakınlığın sonuna ulaşmış olur. Velâyet-i Kübrâ mertebesinin yükselmesindeki makâmların en üstünü, işte bu (Göğüs makâmı) dır. Bu makâma yükselenin görüşü keskin olur ve gizli şeyleri görür. Evet, en yükseğe çıkan, en uzağı görür. Nefs-i mutmeinne, makâmına oturduktan sonra, akıl da, yerinden çıkarak, nefsin yanına gider ve (Akıl-i muad) ismini alır. Her ikisi birleşerek, çalışmaya başlarlar.

Ey oğlum “rahmetullâhi aleyh”! Bu mutmeinne, İslamiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile Rabbine dönmüştür. Ona tutulmuştur. Onun rızasını kazanmaktan başka, hiçbir düşüncesi yoktur. Ona itaat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlukların en kötüsü olan nefs-i emmare, şimdi itminân kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı ederek, Âlem-i emrin latîfelerinden üstün olmuştur. Arkadaşlarının şefi olmuştur. Evet, muhbir-i sâdık [yani hep doğru söyleyici] “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm”, (Cahillikte en ileride olanınız, İslam alimi olunca, en ileriniz olur!) buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslamiyete uymamak, başkaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gazap, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nefs-i emmare yoktur. Halbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, (Küçük cihatdan döndük, cihat-ı ekbere geldik!) buyurduğunda, cihat-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihatı değil, belki ceset ile cihatı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itminana kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mübarek nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslamiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldıramazlar. Cesedi meydana getiren maddelerin İslamiyete uymuyor görünen arzuları ve baş kaldırmaları, daha iyisini yapmayı istememeleridir. İzin verilen şeyleri yapmalarıdır. Azîmeti yani en iyisini terketmeleridir. Yoksa, haram işlemeyi ve farzları, vâcibleri terketmeyi istemezler.

Ey oğlum “rahmetullâhi aleyh”! Toprak maddeleri, nefs-i mutmeinneden daha yukarı derecelere yükselirse de, nefs-i mutmeinne, Velâyet makâmı ile ilgili olduğu için, Âlem-i emrden olmuştur. Sekr sâhibidir [kendini unutur]. Her şeyi unutacak makâmdadır. Bunun için, nefste İslamiyetten ayrılacak takat kalmamıştır. Toprak maddeleri ise, Peygamberlik makâmı ile ilgili olduklarından, şuur, uyanıklıkları daha çoktur. Bunun için İslamiyetten ayrılık gibi şeyler, bunlarda bulunur. Böyle olmalarının faydaları vardır.

Peygamberlik makâmı, Peygamberlerin sonuncusu ile sona ermiştir “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Fakat, bu makâmın derecelerine, ümmetinden Ona çok uyanları kavuşurlar. Bu olgunluklar, yüksek dereceler, Ashâb-ı kirâmda çoktur. Tabiîn ve Tebe-i tabiînden çok az kimseye de nasip olmuştur. Onlardan sonra örtülü kalmıştır. Bunun yerine, zıll ile olan velâyet dereceleri çok görülmüştür. Bununla beraber, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” vefâtından bin sene geçtikten sonra, nübüvvet makâmının derecelerinin yeniden meydana çıkması umulur. Asla bağlı makâm ve dereceler, yine yayılır. Zıll ile olanlar gizlenirler. Hazret-i Mehdi “aleyhirRıdvân”, asla bağlı olan bu yüksek yolu, zâhir ve bâtın ile yayar.

Ey oğlum! Resûlullaha “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm” tam uyan bir kimse, Ona uymakla, nübüvvet derecelerini bitirince, mansab, makâm ehlinden ise, (İmamet makâmı) verilir. Velâyet-i Kübrâ derecelerini bitirene, (Hilafet makâmı) nı verirler. Zıll derecelerinde, İmamet makâmına uygun olan, (Kutub-i irşad makâmı) dır. Hilafet makâmına uygun olan da, (Kutub-i medâr makâmı) dır. Aşağıda bulunan bu 2 makâm, sanki yukarıda olan o 2 makâmın zılli gibidirler. Muhyiddin-i Arabî hazretlerine göre, Gavs, Kutub-i medâr demektir. Ayrıca bir (Gavslık makâmı) yoktur demiştir. Bu fakirin inandığına göre (Gavs), Kutub-i medârdan başkadır. Kutub, işlerinin birçoğunda, Gavstan yardım ister. Ebdalin makâmlarına getirilmesinde, Gavsin de tesiri vardır. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsanıdır ki dilediğine verir. Allahü teâlânın ihsanları pek çoktur.

EK: Peygamberlik makâmına uygun olan ve Peygamberliğin velâyetine uygun olan ilimler ve mârifetler, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirdikleri dinlerdir. Peygamberlerin dereceleri ayrı ayrı olduğu için, dinler de, birbirlerinden ayrı olmuştur. Evliyânın, Velâyet makâmına uygun olan mârifetler ve tevhidi, ittihatı bildiren ilimler ve ihâtâ, sereyân haberleri ve yakınlık, beraberlik ve aynalık ve görüntülük ve şuhûd ve müşahede sözleri ise tasavvufçuların Şathıyatı, hikayeleridir. Kısacası, Peygamberlerin ilimleri, mârifetleri, Kitap ile sünnettir. Evliyânın mârifetleri ise, (Füsus) ile (Fütuhat-i Mekkiye) dir. Fârisî Mısra tercümesi:

Gülbahçemi gör de, baharımı anla!

Evliyânın velâyeti, Allahü teâlâya yaklaştırır. Peygamberlerin velâyeti, Allahü teâlânın çok yakın olduğunu gösterir. Evliyânın velâyeti, şuhûd hâsıl eder. Peygamberlerin velâyeti, anlaşılamayan şeylere kavuşturur. Evliyânın velâyeti, Allahü teâlânın pek yakın olduğunu anlayamaz. Buradaki cahilliğin ne demek olduğunu bilemez. Peygamberlerin velâyeti, çok yakın olduğu hâlde, yakınlığı uzaklık bilir. Şühudü, görememek sayar. Fârisî Mısra tercümesi:

Eğer söylersem, sonu gelmez!

Ey oğlum “rahmetullahi teâlâ aleyh”! Nübüvvetin kemâlatı, yani yüksek dereceleri ve bunun velâyetten üstün olduğu ve 3 velâyet, yani, Velâyet-i sugra ve Velâyet-i Kübrâ ve Velâyet-i ulya arasındaki farklar ve her bir velâyetin ayrı ayrı mârifetleri ve her birine uygun olan yerler anlatılırken, söz çok uzadı. Çok şeyler ve tekrar tekrar yazıldı. Böylece, bu pek şaşırtıcı, yadırgayıcı bilgilerin anlaşılması kolaylaştırılmış oldu. Okuyucular, inanmamak tehlikesinden kurtarıldı. Bu bilgiler, keşif yolu ile ve zaruri anlaşılan şeylerdir. Fikir yorarak ve teori kurarak elde edilmiş değildirler. Yapılan açıklamalar, câhillerin kolay anlayabilmeleri içindir. Belki de ilim adamlarının, zeki kimselerin kavrıyabilmelerini kolaylaştırmak içindir.

Allahü teâlânın bu fakire “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirmiş olduğu tasavvuf yolu, işte anlaşılmış oldu. Başından sonuna kadar bildirildi. Bu yolun ana caddesi Sıddîkıye yoludur. Bu yolda, nihâyet, bidayette yerleştirilmiştir. Bu caddede konak yerleri yapılmıştır. Bu cadde olmasaydı, o kadar ileri gidilemezdi. Elimize geçen bu leziz meyvenin tohumu, Buhara ve Semerkanttan getirildi. Hindistan toprağına ekildi. Bu toprak, Medine ve Mekke bahçelerinden alınmıştır. Senelerce, fadl suyu ile sulandı. İhsan ile terbiye olundu. Böylece yetişerek, bu ilim ve mârifet meyveleri hâsıl oldu. Bize bu doğru yolu ihsan eden, Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bizi doğru yola kavuşturmasaydı, kendimiz bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri doğru sözlü olarak gelmişlerdir.

Bu yüksek yola sülûk etmek, girip ilerlemek, yol gösteren Rehberi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” sevmeye bağlıdır. O, (Seyr-i muradi) ile yani çekilerek, bu yoldan geçirlimiştir. Kuvvetle çekilerek, bu kemâlata kavuşturulmuştur. Onun bakışları, kalp hastalıklarına şifadır. Onun teveccühü, yani sevgisine kavuşmak, mânevî hastalıkları giderir. Böyle kemâl sâhibi bir Zât, zamanının imamıdır. Asrının halifesidir. Kutuplar ve büdela onun bulunduğu makâmın zıllerine kavuşmak için can verirler. Evtâd ve nüceba, onun kemâlatı denizinden bir damlası ile doyarlar. Onun hidayetinin ve irşadının nuru, güneş ışıkları gibi, o istese de, istemese de, herkese gelmektedir. Fakat, istediklerine daha çok gönderir. Fakat, onun istemesi de, kendi elinde değildir. Çok olur ki bir şeyi yapmak isteğinde bulunur. Fakat, içinden o istek gelmez. Onun nuru ile aydınlanarak, doğru yolu bulanların ve onun istemesi ile yükselenlerin, bu kazançlarını bilmeleri lazım gelmez. Çok olur ki uydukları şeyhin kemâlâtına kavuştukları ve herkese yol gösterdikleri zaman bile kendi hidayet ve rüştlerini de, olduğu gibi anlayamazlar. Çünkü, herkese ilim vermezler ve makâmları birer birer geçmenin mârifetini herkese ihsan etmezler. Evet, kavuşturan yollardan birinin önderliği kendisine verilmiş olan bir Zâtın ilim sâhibi olması, elbette lâzımdır. Bunun, yolun inceliklerini bilmesi şarttır. Bu bildiği için, yolcuların da bilmesine lüzum görülmemiştir. Onlar, bunun önderliği ile kemâle kavuşurlar ve başkalarının kavuşmalarına da yardım ederler. Fenâ ve Bekâ ile şereflendirirler. Fârisî Mısra tercümesi:

Herkesin işini bitirmek için, birini seçer.

Bu yolda yetişmek ve başkalarını yetiştirmek aks ile uzaktan tesir ederek olur. Talip, yol gösteren Rehberine “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” karşı kalbindeki muhabbet bağı ile her ân onun gibi olmaktadır. Ondan aks eden, yayılan nurlar ile temizlenir. Bunları anlamasına lüzum yoktur. Nurları saçan da, alan da bilmez. Güneş ışınları karşısında, her ân olgunlaşan, tatlılaşan karpuzun, bu değişikliğini bilmesine ne lüzum vardır? Güneş de, karpuzu olgunlaştırdığını bilmez. Evet, başka yollarda çabalayarak ilerleyenlerin, bunu bilmesi lâzımdır. Ashâb-ı kirâmın yolu olan bizim yolumuzda, ilerlemeyi ve çekip götürmeyi bilmek hiç lazım değildir. Bununla beraber, bu yolun sürücüsü gibi olan önderi, derin ilim ve çok mârifet sâhibidir. Bunun içindir ki bu yüksek yolda, diriler ve ölüler, büyükler ve çocuklar, gençler ve ihtiyarlar, kavuşmakta müsavidirler. Hepsi, sevgi bağları ile veya o nimet sâhibinin kalbi ile çekmesi ile isteklerinin sonuna varırlar. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsanıdır ki dilediğine verir. Allahü teâlâ, çok büyük ihsan sâhibidir.

Sona varmış olanın bilgisi olmaz ise de, harikalar, kerâmetler gösterir. Çok olur ki bunların hâsıl olması, kendi isteği ile değildir. Çoğundan haberi bile olmaz. Herkes, Onun “rahmetullahi teâlâ aleyh” kerâmetlerini görür. Onun ise haberi yoktur. Sona ermiş olanda ilim yoktur demek, hiçbir hâlini bilmez demek değildir. Her birini ayrı ayrı inceden inceye bilmez demektir. Bunu yukarıda kısaca bildirmiştik. Onun hidayet nuru, müridlerine vasıtasız olarak veya bir, yahut birkaç vasıta ile onun yoluna bağlı kaldıkları müddetçe akar. Onun yolunu değiştirerek, bozarak kirletirlerse [ve reformlar, bidatler yaparak yıkmaya başlarlarsa], feyiz kesilir. Rad sûresinin 12 âyet-i kerimesinde meâlen, “Bir millet, kendi işlerini bozmazsa, Allahü teâlâ da, onlara olan nimetlerini değiştirmez!” buyruldu. Ne kadar çok şaşılır ki tarîkatçılar yaptıkları değişiklikleri, reformları, bu yolu düzeltmek, olgunlaştırmak sanıyorlar. Noksanlarını tamamlıyoruz diyorlar. Bilmiyorlar ki tamamlamak ve olgunlaştırmak, her câhilin yapacağı iş değildir. Bir şey eklemek, her ahmağa yakışacak şey değildir. Fârisî beyt tercümesi:

Kıldan ince mânâlar var, kulağını eyle yakın!
her kürsüde nutk çekeni, bir şey bilir sanma sakın!

Sünnetlerin nurunu, bidatlerin zulmetleri ile örddüler. Resûlullahın milletinin parlaklığını “alâ mastarihessalatü vesselâmü vettehıye” yeni yeni işlerin kirleri ile söndürdüler. Daha da çok şaşılır ki birçokları, bu yenilikleri, bu reformları, güzel görüyorlar. Bidatlere (Hasana) adını takıyorlar. Bu bidatlerle, dini yükseltiyoruz, İslamiyetin noksanlarını tamamlıyoruz diyorlar. Herkesin bu bidatleri yapmasını körüklüyorlar. Allahü teâlâ bunları doğru yola getirsin! Bilmiyorlar ki din bu bidatlerden önce kâmil olmuştu. Allahü teâlânın nimeti tamam olmuştu. Allahü teâlâ, bu dinden râzı olmuştu. Mâide sûresinin 3. âyetinde meâlen, (Bugün dininizi sizin için ikmal ettim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyeti vermekle râzı oldum) buyruldu. Dinin olgunlaşmasını, bu bidatlerden, bu reformlardan beklemek, bu âyet-i kerimeye inanmamak olur. Fârisî beyt tercümesi:

Az söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamaya,
bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana!

İctihad derecesinde olan yüksek âlimler, dinin hükümlerini açığa çıkarmışlardır. Dinden olmayan şeyleri meydana çıkarmış değillerdir. Görülüyor ki ictihad yolu ile bildirilen hükümler, sonradan meydana çıkarılmamışlardır. Dinden olan, dinin temeli olan şeylerdir. Çünkü, din bilgilerinin temelleri 4’tür. Dördüncüsü, kıyas yani ictihaddır.

Ey oğlum! Kutub-i irşadın feyiz vermesi ve ondan feyiz almakla ilgili mârifetler, (Mebde ve Mead) risalesinde, (İfade ve istifade) babında yazılmıştı. Sırası gelmiş iken, faydalı olan bu mârifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız! Kutub-i irşad, kemâlât-ıferdiyeye de mâliktir. Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyaya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşadının ve hidayetinin nurları, bütün dünyaya yayılır. Yer küresinin ortasından ta Arşa kadar, herkese rüşt, hidayet, îman ve mârifet Onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyiz alır. Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz. Onun hidayetinin nurları, bir okyanus gibi, [çok kuvvetli radyo dalgaları gibi] bütün dünyayı sarmıştır. O derya, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük Zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yahut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlasına göre, o deryadan kalbi feyiz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikir ederse ve bu Zâtı hiç düşünmezse, mesela onu tanımazsa, yine ondan feyiz alır. Fakat, 1. feyiz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük Zâtı inkâr eder, beğenmezse, yahut o büyük Zât, bu kimseye incinmiş ise, bu kimse, Allahü teâlâyı zikretse bile rüşt ve hidayete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyiz yolunu kapatır. O zat “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bu kimsenin zararını istemese bile hidayete kavuşamaz. Rüşt ve hidayet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır. O zata inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikretmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşt ve hidayet nuruna kavuşurlar. Mektup burada tamam oldu. Fârisî beyt tercümesi:

Sustum artık, zekilere bu yeter,
çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! O, rahmandır ve rahimdir. Onun resûlü Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Ashâbına sonsuz salât ve selâm olsun!

Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler